Allah’ın Peygamberlere vahiyle bildirmesi dışında, ‘kimin cennete kimin cehenneme gideceğini bilmek’, dünya hayatında asla mümkün olamaz. Bu nedenleMüslümanlar, münafık karakterini en yoğun üzerinde barındıran, bu yönde çirkin bir cesareti ve ısrarı olan bir kişiye dahi, bir gün değişebileceğini ve ahlakını düzeltebileceğini düşünüp hep ümitvar bir bakış açısıyla yaklaşırlar.
Müslümanlar münafıktaki şiddetli küfür alametlerini çok açık bir şekilde fark eder ve münafığın Kuran’a aykırı ahlakına, pis ve karanlık yönlerine karşı içlerinde imanlarından kaynaklanan bir ‘buğz hissi’ duyarlar. Buna rağmen sürekli vicdanlarını kullanarak hem fitne çıkarmalarının önüne geçmek hem de kalplerinin yumuşayıp dine ısınmasına ve düzelmelerine bir vesile olması umuduyla münafıklara sürekli Kuran’a uygun şekilde güzel ahlaklı davranırlar.
Nitekim Allah Kuran’da, Hz. Musa (as)’a kardeşi Hz. Harun (as) ile birlikte Firavun’a gitmelerini bildirmesinin hemen akabinde, ‘yumuşak söz söylemelerini’ emretmiştir. (Taha Suresi, 43-44)
Münafığı eğitmeye çalışırken de, Müslümanlar hep sevgi, şefkat, merhamet ve affedicilik yolunu benimserler. Ancak münafığın tehlikesine ve ahlaksızlığına karşı gerekli her türlü önlemi de asla elden bırakmazlar, bu konuda gevşekliğe düşmezler.
Münafık ise, Müslümanlardan gördüğü tüm bu iyiliklere, fedakarlığa, nezakete, güzel ahlaka rağmen çok nankördür. Kendini akıl, yetenek, görgü ve kalite olarak tüm Müslümanlardan daha üstün gördüğü ve bu yönde ruhundaki büyüklenme hissini sürekli beslediği için, kendisine yapılan bütün iyilik ve güzelliklerin zaten ‘hakkı olduğuna’ inanır. Kendisine verilen bir hediyeyi, sunulan bir ikramı hak ettiğini düşündüğü için teşekkür etmeyi gereksiz bulur. Münafık mantığında kendisine yapılan iltifatlar da zaten onun en doğal hakkıdır. Ona göre, madem ki en büyük, en akıllı, en yetenekli olan odur; iltifatlar da elbette ki ona yapılacaktır. Hatta müminlerin, kendisine gösterdikleri her türlü özveriyi ve inceliği mecbur oldukları için yaptıklarına inanır. Dolayısıyla da münafıkta Müslümanlara karşı ne bir minnet duygusu ne teşekkür etme isteği oluşur.
Münafığın bu ahlaksız yapısı, günlük hayatın pek çok aşamasında kendini belli eder. Örneğin bu kişi hastalandığında, bütün Müslümanlar o kişinin etrafında pervane olurlar. Allah rızası için onun her türlü ihtiyacıyla ve bakımıyla ilgilenirler. Doktoru ararlar, ilacını veriler, ateşine bakarlar, yemeğini hazırlayıp yanına kadar götürüp ikram ederler, hal hatır sorarlar. Gece boyunca saat kurup aralarda uyanıp gidip sağlığını kontrol ederler. Gerekirse hiç uyumadan onun başında nöbet tutarlar. Müslümanlar tüm bunları yaparken her aşamada özel olarak vicdanlarını kullanıp, emek verirler. İşte münafığın farkı bu gibi durumlarda hemen ortaya çıkar. Müslümanlar böyle bir ihtimam karşısında ömür boyu karşılarındaki Müslüman kardeşlerine Allah rızası için sevgi duyarlar. Defalarca teşekkürlerini, sevgilerini, muhabbetlerini dile getirirler.
Münafıklık batağındaki bir kişi ise, hastalığı geçene kadar, kendisine en iyi şekilde bakılabilmesi için yarım ağızla da olsa Müslümanlara teşekkür eder. Ama kalbiyle dili birbirine tamamen zıttır. Gün gelip de bir öfke patlaması yaşadığında, ‘kendisiyle hasta olduğunda bile hiç ilgilenilmediğini, ilgilenilse de isteksizce ve kerhen ilgilenildiğini’ iddia eder. kendisiyle ilgilenen kişinin tüm bunları hiç istemeden yaptığını kendisine sürekli hissettirdiğini öne sürerek‘nankörce ve adice bir iftira’ atar. Hatta kimi zaman onlarca şahide ve gördüğü abartılı ihtimama rağmen, kendisiyle hiç ilgilenilmediğini iddia ederek çirkefçe yalan da söyler. Çünkü münafık Müslümanlardan nefret eder. Amacı, ‘Müslümanları sözde gaddar ve sevgisiz gibi göstermek’, ‘kendisine zulmedildiği imajını vermek’ ve ‘yeni ahlaksızlıkları için kendince meşru zemin oluşturmak’ tır.
Münafığın kendisine sunulan nimetler ve imkanlar karşısında güzellikler yerine ‘sürekli eksiklikleri dile getirmesi, kusur bulmaya çalışması ve sürekli Müslümanları suçlama eğilimi’ münafığın samimiyetsizliğini ve nankörlüğünü açıkça ortaya koyar.
Ancak elbette ki münafığın bu nankörlüğü asıl olarak Allah’a karşıdır. Allah’ın kendisine nasip ettiği güzelliğini, sağlığını, gençliğini, kuvvetini de kendi yeteneği sayesinde elde ettiğine inanır. Çok düzenli spor yaptığı için genç, güzel veya yakışıklı kaldığını düşünür. İçtiği vitamin haplarının sağlıklı olmasını sağladığını zanneder. Çok fazla kitap okuyup, çok yoğun olarak beyin jimnastiği yaptığı için hafızasının güçlü olduğuna inanır. Dolayısıyla bu nimetler için Allah’a gönülden şükretme ihtiyacı duymaz. Allah’ın bu nimetleri her an elinden alabileceğine de ihtimal vermez. Bu da münafığın gitgide daha da şımarıp azgınlaşmasına ve kendini daha da ulaşılmaz bir büyüklükte görmesine neden olur. Allah Kuran’da münafıkların bu nankör ahlaklarına dikkat çekmiş ve -Allah’ın dilemesi dışında- asla bağışlanmayacaklarını bildirmiştir:
Sen, onlar için ister bağışlanma dile, istersen dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah’a ve elçisine (karşı) nankörlük etmeleri dolayısıyladır. Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 80)
Münafıkların nankörlükleriyle ilgili gün içinde onlarca örnek olur. Ama buna rağmen Müslümanlar güzel ahlaklarından asla taviz vermezler. Küfri ya da çocuksu bir intikam alma ruhu içerisinde asla hareket etmezler. Kaderi izlediklerini bilir, sabırlı ve şefkatli olurlar.
Zaten bir kişinin kaderinde ahlakının düzelmesi, canının Müslüman olarak alınması yazılıysa, Müslümanların yaptığı her fedakarlık o kişinin hidayet bulması için bir vesile hükmünde olur. Ve bu güzel ibadetin sevabı da çok olur. Bu da bir Müslüman için çok büyük bir güzelliktir. Ancak elbette ki, bir kişinin hayatı‘münafık’ olarak son bulursa, o zaman da Müslümanların onun için yaptıkları bütün iyilikler, fedakarlıklar onun ahiretteki sorumluluğunu artıracak ve ahirette karşılaşacağı azabın artmasına vesile olacaktır.