HZ. İSA (AS)’IN ÖLDÜĞÜNÜ, MANEN ALLAH KATINA YÜKSELTİLDİĞİNİ SÖYLEYENLER YANILMAKTADIR; HZ. İSA (AS) ÖLMEMİŞ, RUHU VE BEDENİYLE ALLAH KATINA ALINMIŞTIR

Ahir Zamana Ait Yeni Bilgiler
Ve: “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük” (katelna) demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler (ma katelehu) ve onu asmadılar (ma salebe). Ama onlara (onun) benzeri gösterildi (şubbihe). Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler (ma katelehu). Bilakis (BEL); Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 157- 158)

Ayetlerde bildirildiği gibi Hz. İsa (as)’ı öldürmek isteyenler amaçlarına ulaşamamışlardır. Allah Hz. İsa (as)’ı Kendisi’ne yükselterek onu inkar edenlerin tuzaklarından korumuş ve kurtarmıştır. Ayetlerde “rafiuke” ve “refea” olarak geçen kelimenin Arapça kökeni “ref” kelimesidir. Ref kelimesinin sözlük anlamı “yükselmektir.” İslam alimleri ref kelimesini açıklarken, “ref kelimesi, alçaltmanın tersidir” demektedirler. İslam alimi Eşari, Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetini, Nisa Suresi’nin 158. ayeti ile birlikte açıklamış ve bu konudaki kanaatini şu şekilde ifade etmiştir: “Hz. İsa (as)’ın diri olarak semaya ref edildiği (yükseltildiği) hakkında, ümmetin icmaı vardır.”(icma-ı ümmet: aynı asırda yaşamış olan İslam alimlerinden müçtehid olanların, bir mesele hakkında verilen hükümde birleşmeleridir.)

Hz. İsa (as)’ın diri olarak Allah Katına yükseltilmiş olduğunun bir diğer önemli delili, Nisa Suresi’nin 158. ayetinde geçen Arapça “bel” edatıdır. Türkçede “bilakis” anlamında tercüme edilen bu edatın, Arapça dilbilgisindeki anlamı ve kullanım özellikleri çok önemli bir gerçeğe dikkat çekmektedir. Buna göre, bel edatı olumsuzluk ifade eden bir cümleden sonra gelirse, Arapça dilbilgisi kurallarına göre kendinden sonra gelen cümle, bir önceki cümlenin tam zıddı olmalıdır. Bu durumda Hz. İsa ilgili bildirilen ayette de, “… Onu öldürmediler, bilakis (bel) Allah onu Kendine yükseltti…” ifadesinde ölümün tam tersi olan canlılığa işaret edilmektedir.

Konuyla ilgili olarak, Osmanlı son dönem İslam alimlerinden Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de şu yorumda bulunmaktadır:

Nisa Suresi 158. ayette geçen ve bilakis (aksine) şeklinde tercüme ettiğimiz, ‘bel’ edatı olumsuzluk ifade eden bir cümleden sonra gelirse, Arapça dilbilgisi kaidesine göre kendinden sonraki cümle, kendinden önceki cümlenin tamamen zıddı olması gerekir. Ölümün karşıtı canlılıktır. Dilbilgisi kuralları bunu gerektirmektedir. Şayet biz “burada manevi ref söz konusudur” ve “Hz. İsa normal olarak vefat etmiştir” desek bu kaideye ters düşmüş oluruz. Zira bu takdirde bel edatından sonra gelen ref, edattan önce gelen aynı zamanda olumsuz bir cümle olan öldürme ve asma fiillerine ters olmaz… “Apartmanın asansörü beni hergün oturduğum dördüncü kata çıkarır” denildiğinde hiçbir akıllı insan bu sözden beni sadece ruhen dördüncü kata çıkarır şeklinde bir manayı anlamaz. O halde Hz. İsa da sadece ruhen yükseltilmemiştir. (Mustafa Sabri, Mevkıfu’l Akl, s. 233)

Said Ramazan el-Buti’nin İslam Akaidi adlı eserinde ise aynı konu şu şekilde açıklanmıştır:

Ayetin önceki bölümü ile sonraki bölümleri arasındaki karşılıklı uygınluk, zorunlu olarak bir hakikati ortaya koymaktadır. Mesela, Arap bir adamın “Ben aç değilim, aksine yan yatıyorum.” demesi doğru bir cümle değildir. Aynı şekilde, “Halid ölmedi, aksine o iyi bir adamdır” cümlesi de öğeleri bakımından kopuktur. Düzgün olanı ise, “Halid ölmedi, aksine yaşıyor” biçiminde gelir. “Başkan öldürülmedi, o Allah Katında derecesi üstün olan bir adamdır” demek, cümlede anlam kopukluğu meydana getirir. Çünkü onun Allah Katında yüksek derece sahibi olması, öldürülmesine engel değildir. ‘Bel’ edatı, önceki söz ile sonraki söz arasında bir aykırılık ifade eder. Yani ‘bel’ kendisinden önce geçmiş bir hükmü iptal eder. (M. Said Ramazan el-Buti, Yaratıcının Varlığı ve Yaratılanın Görevi İslam Akaidi, Mavde Yayınları, İstanbul, 1996, s. 338)