Kuran’da Müslümanlara hatırlatılan bir başka önemli konu da, ‘Peygamberimiz (sav)’in bulunduğu bir ortamda, her konuda ona öncelik vermenin, onu en önde ve en üstün tutmanın önemi’ dir. Bu ahlak anlayışı, Müslümanların Peygamberimiz (sav)’e olan sevgi, saygı, hürmet ve bağlılıklarını ortaya koyan çok önemli bir ‘mümin alameti’ dir. Ancak bu duyguları kalplerinde samimi olarak yaşamayan insanların taklidi olarak bu ahlak özelliklerini gösterebilmeleri mümkün değildir. Peygamberimiz (sav)’e karşı içlerinde ‘kıskançlık, kin, öfke, çekememezlik, öne çıkma ya da üstünlük hırsı’ gibi duygular besleyen münafıklar, hiçbir zaman gerçek bir Müslümanın saygı dolu tavırlarını gösteremezler. Hatta tam tersine, Peygamberimiz (sav)’in bulunduğu ortamlarda sergiledikleri Müslümanların ahlakına tamamen zıt olan, ‘saygıdan yoksun tavırlarıyla’ dikkat çekerler.
Allah Kuran’da, hem bu ahlak bozukluklarını gösteren münafık karakterli insanlara, hem de cahilliklerinden, bilgisizliklerinden ya da görgüsüzlüklerinden dolayı bu tarz yanlış tavırlar sergileyen iyi niyetli kimselere, Müslümanların saygı adabının nasıl olması gerektiğini şöyle açıklamıştır:
Ey iman edenler, Allah’ın Resûlü’nün huzurunda öne geçmeyin ve Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Hucurat Suresi, 1)
Bilindiği gibi o dönemde Peygamberimiz (sav)’in çevresinde samimi Müslümanların yanı sıra, her inançtan, her kültürden ve her karakterde insanlar da vardı. Bunlar arasında iyi niyetli olup da, İslam ahlakını henüz bilmeyen veya yetiştiriliş tarzları nedeniyle de ince düşünce, nezaket ve saygı konusunda kusurları olan kimseler de bulunuyordu. Fakat münafıklar, tüm bu insanlardan farklı olarak, bu ahlak ve tavır bozukluğunu bilinçli ve kasıtlı olarak uyguluyorlardı. Yoksa münafıklar da Peygamberimiz (sav)’in huzurunda nasıl bir adap ve edep ile hareket edilmesi gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Ama ona karşı olan şeytani bakış açılarını sinsice hissettirmek için, özellikle bu saygı adabını uygulamıyorlardı. Samimiyetsizliklerini gizleyebilmek için dilleriyle Peygamberimiz (sav)’i sevdiklerini söylüyorlardı; ama gerçekte içlerinde sevgi değil kin ve nefret olduğu için, ona karşı saygı göstermek çok ağırlarına gidiyordu. Çünkü gerçek hedefleri, Peygamberimiz (sav)’i yüceltmek değil, asıl olarak kendilerini ön plana çıkarmaktı.
Kendilerince ‘Peygamberimiz (sav)’e karşı duyulan sevgi ve saygıyı zayıflatmak ve ardından da sözde kendilerinin ondan daha akıllı, daha bilgili ve tecrübeli olduğunu herkese göstermek’ istiyorlardı. Böylece kendileri gibi zayıf imanlı insanlara da yol gösterip, onları da Peygamberimiz (sav)’in yoluna uymaktan alıkoyabileceklerini düşünüyorlardı. Onları da küfür ahlakına teşvik edebileceklerini ve kendilerine yandaş toplayabileceklerini sanıyorlardı. Oysaki kendilerini ön plana çıkarabilmek için yaptıkları her sinsi ve samimiyetsiz tavır, her seferinde ‘münafıkların akılsızlığını’, ‘Peygamberimiz (sav)’in ise ne kadar üstün bir akla sahip olduğunu’ ortaya koyuyordu.
İşte Peygamberimiz (sav) dönemindeki bu münafık karakteri, tarih boyunca her Müslüman toplumunda aynı sinsilikle ortaya çıkmıştır. Müslümanların başında‘manevi lider ve yol gösterici olarak her kim bulunuyorsa’, münafıkların hedefinde de her zaman o kimseler olmuştur. Günümüzde de halen, Müslümanlara en faydalı hizmeti kim yapıyor, en etkili fikri mücadeleyi kim veriyor ve inananları en çok kim güçlendiriyorsa, münafığın hedefinde de işte bu mübarek insanlar vardır.
Münafıkların Peygamberimiz (sav)’e karşı olduğu gibi, bu üstün ahlaklı lider konumundaki mümin şahıslara karşı saygı göstermeyi kabullenememelerinin sebebi de aslında çok açıktır. Münafıkların Müslümanların arasında bulunma nedenleri, Kuran ahlakını yaşayarak Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak değildir. Dolayısıyla Müslümanlar güzel ahlakın en fazlasını yaşamaya çalışırken, münafıkların böyle bir amaçları ve buna dair herhangi bir şevk ve azimleri de yoktur. Allah’a ve ahirete, ya çok zayıf bir iman ile inanmışlardır ya da tümüyle imansızlığı seçmişlerdir. Dünyada yapıp ettiklerinden dolayı ahirette sorguya çekileceklerini düşünmeden yaşarlar. Onlar için önemli olan, dünya hayatında menfaatlerini koruyabilmek ve her anlarını istedikleri gibi yaşayabilmektir. Eğer bu amaçları doğrultusunda sinsice ve kurnazca hareket edebiliyorlarsa, arkalarında iz bırakmadan ya da insanlara sezdirmeden, oyun oynayarak menfaatlerine ulaşabiliyorlarsa, onlara göre başka sorun yoktur. Çıkarlarını koruduktan, istediklerini elde edebildikten sonra, güzel ahlak göstermenin, nezaketli, ince düşünceli, saygılı olmanın onlar için hiçbir ehemmiyeti ve gereği yoktur.
İşte münafıklar, bu çirkin bakış açıları nedeniyle, Müslümanların manevi lideri olan kimselerin yanındayken de, sinsi oyunlarla, laf kalabalığıyla, yalan dolan dolu konuşmalar ile, sadece kendi hedeflerine ulaşma peşinde hareket ederler. İçlerinde ne Peygamberimiz (sav)’e ne Müslümanlara ne de onlara önderlik eden müminlere karşı gerçek bir sevgi hissetmedikleri için, bu sevginin göstergesi olan ‘samimi saygı ve el üstünde tutma ahlakı’ nı da göstermezler. Münasebetsiz, düşüncesiz, nezaketsiz, samimiyetsiz ve sahtekar tavır ve üslupları, Peygamberimiz (sav)’in, elçilerin ya da Müslümanların manevi liderliğini üstlenmiş kişilerin bulunduğu ortamlarda hemen kendini belli eder.
Ancak tüm bunları, ellerinden geldiğince ‘sinsi ve sözde ispat edilemeyecek metotlarla’, alttan alta yapmaya çalışırlar. Zira çok aleni bir ahlaksızlık yapmaları durumunda, tüm Müslümanların onlara karşı ciddi şekilde tavır alacaklarını çok iyi bilmektedirler. Dolayısıyla gizli ahlaksızlıklarını hep sanki‘yanlışlıkla, fark etmeden, düşünemedikleri için, tecrübesizliklerinden ya da bilmeden’ yapıyorlarmış gibi bir ustalıkla gerçekleştirirler. Örneğin Müslümanların manevi önderi olan bir kişi hikmetli ve önemli bir konu anlatırken, mutlaka konuya kendileri de girmek, sözü o kişinin ağzından alıp, asıl olarak kendi bilgi ve kültürlerini göstermek isterler. Bu amaçla sanki yanlışlıkla oluyormuş gibi, sürekli olarak o kişinin sözünü keserler. Her yeni konuşmanın üstüne bilmişlik yaparak, o konuyu, anlatan kişiden çok daha iyi bildiklerini ispatlamaya çalışırlar. Ya da sanki makul bir bilgi veriyormuşçasına konuşurken, aslında bir yandan da, karşı tarafın yanlış bildiğini ve isabetsiz konuştuğunu vurgulamak isterler. Patavatsızca, münasebetsizce ve düşüncesizce, asıl dinlenmek istenen kişiye konuşma fırsatı vermeyecek şekilde saatlerce hikmetsiz ve gereksiz konuşmalar yaparlar.Karşılarındaki mübarek şahısların nezaketini ve güzel ahlakını bu yolla sürekli olarak suiistimal etmeye çalışırlar.
Elbette ki kasıtlı olarak yaptıkları tüm bu ahlaksızlıklar, sapkın ve şeytani bir mantığa dayanır. Münafıkların, Müslümanların inandığı gibi Peygamber ve elçilerin, kendilerinden üstün, Allah tarafından seçilmiş, özel bir akıl, hikmet ve bilgi ile donatılmış, yüksek bir vicdana sahip ve üstün ahlaklı, mübarek insanlar olduğuna inanmazlar. Hatta kendilerini akıl, zeka, hikmet, bilgi, kültür ve tecrübe açısından Peygamberlerden, Allah’ın elçilerinden, velilerden ve Müslümanlara önderlik eden lider konumundaki insanlardan çok daha üstün görürler. Kuran’da münafıkların bu sapkın aldanışları Talut Kıssası’ nda şöyle haber verilmiştir:
Onlara Peygamberleri dedi ki: “Allah size Talut’u (melik olarak) gönderdi.” Onlar: “Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?” dediler. O (şöyle) demişti: “Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir.” (Bakara Suresi, 247)
Allah inananlara o dönemde ‘lider olarak Talut’u seçtiğini’ bildirmiş, ancak o dönemin münafık karakterli insanları, cahili ölçüleri öne sürerek ‘kendilerinin hükümdarlığa ve liderliğe daha uygun olduklarını’ iddia etmişlerdir. Serveti, malı mülkü en çok ve en zengin olan kişi kimse, onun lider olması gerektiğini savunmuşlardır. Oysaki Allah ayette, üstünlüğün mal mülk ile olmadığına dikkat çekmiştir. Liderlik zahiri ve cahili ölçülere göre değil, Allah’ın seçip takdir etmesiyle gerçekleşir. Ve Allah seçtiği kullarına da, Katından özel bir bilgi, hikmet ve ilim vermekte, böylece Müslümanlara önderlik edecek olan kullarını‘seçkin ve üstün’ kılmaktadır.
Ancak işte gaflet içindeki münafık karakterli insanların değer yargıları Kuran’a göre değildir. Kendi müşrik inançları doğrultusunda ‘hayatın gerçekleri’ olarak tanımladıkları cahiliye hayatının kurallarından, Müslümanlara manevi anlamda liderlik görevini üstlenmiş olan bu kimselerin, habersiz olduğu kanaatindedirler. Kendilerince onların, ‘insanları gereği gibi tanıyamadığını, onların içyüzlerini, gerçek karakterlerini fark edemediğini, olayları isabetli değerlendiremediğini ve bu yüzden de hikmetli kararlar alamadığını’ düşünürler. Çünkü onlar her şeyin, zahirdeki menfaat hesaplarına göre değerlendirilmesi gerektiğine inanırlar. Onlara göre ‘en akılı insan, menfaatlerini en iyi koruyan ve en çok çıkar elde edebilen kişi’ dir.
Dolayısıyla Peygamberimiz (sav)’in, cahiliye insanlarının bu ‘sapkın değer yargılarına ve çıkar hesaplarına’ göre yaşamaması, münafık karakterli insanların kesinlikle kavrayamadıkları bir durumdur. Bu yüzden de, çıkarların en çok korunacağı tercihler yerine, Allah’ın rızasını en fazla kazandırabilecek tercihlerin yapılmasını, kendi zayıf akıllarınca ‘isabetsiz’ ya da ‘yanlış’ olarak nitelendirirler (Peygamberimiz (sav)’i tenzih ederiz).
Oysa Allah Peygamberlerine, elçilerine ve veli kullarına Kendi Katından özel bir ilim vermiş ve onlara ‘zahir’ dışında bir de ‘batın ilmi’ ni öğretmiştir. Dolayısıyla bu mübarek ve üstün insanlar, Allah’ın yol göstermesi ve ilhamıyla, avamdan insanların bilemeyeceği pek çok şeyi bilerek hareket ederler.İnsanların göremediği detayları, fark edemediği ihtimalleri yüksek bir ilim, feraset ve basiret ile görebilirler. Dolayısıyla konuşmaları, kararları, değerlendirmeleri, sadece zahir ile düşünen insanların kavrayışının çok üstünde, çok hikmetli ve isabetlidir.
Peygamberimiz (sav) küfrü de, müşrikleri de, münafıkları da, cahiliye insanlarının tüm kurallarını da yaratan, sonsuz akıl sahibi olan Yüce Allah’ın ilhamıyla ve O’nun kendisine lütfettiği üstün ilim ile hareket etmektedir. İnsanları ve olayları bu yüksek akıl, hikmet, feraset ve basiret ile değerlendirmekte, kararlarını Allah’ın yol göstermesiyle, Kuran ahlakı doğrultusunda ve vicdanıyla belirlemektedir. Dolayısıyla da en hayırlı kararları vermekte, en doğru teşhisleri yapmakta, en isabetli şekilde davranmaktadır. Ve tüm bunların sonucunda da, Allah’ın Kuran’da bildirdiği gibi ‘galip gelenler, Allah’ın yardımıyla her zaman iman edenler’ olmuştur:
Kim Allah’ı, Resulü’nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır. (Maide Suresi, 56)