RİSALE-İ NUR’DA SEYYİDLİK KONUSU -TÜRKÇELEŞTİRİLMİŞ-

Ahir Zamana Ait Yeni Bilgiler

1.

Birinci Esas: Güya bende böbürlenme ve kendini beğenmişlik var ve kendimi müceddid (büyük alim) biliyorum.
Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. HEM MEHDİLİK YAKIŞTIRMASINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİME BÜTÜN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER. HATTÂ DENİZLİ’DEKİ BİLGİ SAHİBİ KİŞİLER, “EĞER SAİD MEHDİLİĞİNİ ORTAYA ATSA BÜTÜN TALEBELERİ KABUL EDECEK” DEMELERİ ÜZERİNE, SAİD İTİRAZ DİLEKÇESİNDE DEMİŞ Kİ: “BEN SEYYİD DEĞİLİM. MEHDİ SEYYİD OLACAK.” DİYE ONLARI REDDETMİŞ. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 355 )

2.

55: “HAZRET-İ ALİ’NİN (R.A.) HAKİKAT İLMİ İTİBARİYLE TALEBESİ OLDUĞUMDAN, MÂNEVÎ EVLÂDI OLABİLİRİM” demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini layık olduğunu kabul etmiş görülmektedir.
Hayret verici mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde (Hz. Ali (r.a.) tarafından telif edilen bir kasîde İmam-ı Ali’nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur’a açıklık derecesine yakın işareti içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nur’a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nur’a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, “BEN DE MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİM” DEMEKTEN MAKSADIM, BİR KISIM MÜÇTEHİDLERİN, “ONUN ÂİLESİNE VE ASHABINA SELÂM OLSUN” DUASINDA, “SEYYİD OLMAYAN, FAKAT EHL-İ TAKVÂ BULUNANLAR O DUADA DAHİLDİRLER” DEDİKLERİNDEN, O GENEL DUADA BENİM DE BİR HİSSEM BULUNMASI İÇİN RİCAKÂRÂNE BİR TEVİLDİR. Yoksa, o hatalı anlam hiç hatırıma gelmemiş. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 358 )

3.

Şimdi asıl durum böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, inceleyip araştırarak halka ders vermek, hatta avamın da Allah’a iman etmesini sağlamak vazifesi ise, manevi olarak ve hakikaten hidayet edici, doğru yolu gösterme manasını tam ifade ettiği için, Nur talebeleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini haklı olarak bir nevi Mehdi kabul ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir temsilcisi, Nur talebelerinin dayanışmasından gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı manevide bir nevi temsilcisi olan zavallı tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. GERÇİ BU, BİR ŞÜPHE VE BİR HATADIR, FAKAT ONLAR ONDA SORUMLU DEĞİLLER. ÇÜNKÜ FAZLA HÜSN-Ü ZAN, ESKİDEN BERİ SÜREGELİYOR VE İTİRAZ EDİLMEZ. BEN DE O KARDEŞLERİMİN ÇOK FAZLA HÜSN-Ü ZANLARINI BİR NEVİ DUA VE BİR TEMENNİ VE NUR TALEBELERİNİN YÜKSEK İMANLARININ BİR BELİRTİSİ GÖRDÜĞÜMDEN, ONLARA ÇOK MÜDAHALE ETMEZDİM. Hatta eski evliyanın bir kısmı, gelecekle ilgili kerametlerinde Risale-i Nur u aynı o ahir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir şüphe var; tevil lazımdır.
Birincisi: Ahirdeki iki görev, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat Hz. Muhammed’in Kur’ân davasını ve sünnetini devam ettirip temsil etme ve İslam Birliği ordularıyla İslam’ın hakimiyetini sürmek bakımından herkeste, özellikle de halkta, özellikle siyasetle ilgilenenlerde, özellikle bu asrın düşüncesinde, o birinci görevden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset anlamını üstü kapalı dile getiriyor, belki de bir kendini beğenmişlik manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makam düşkünlüğü ve şöhret düşkünlüğü arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok saf ve makam düşkünü zatlar, Mehdi olacağım diye uğraş verirler. GERÇİ HER ASIRDA HAKKA YÖNELTEN, BİR NEVİ MEHDİ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ. FAKAT HERBİRİ, ÜÇ GÖREVİN BİRİNİ, TEK YÖNÜYLE YAPMASI YÜZÜNDEN, AHİR ZAMANIN BÜYÜK MEHDİ UNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli’nin bilgi sahibi kişileri, bazı talebelerin bu düşüncelerine göre, bana karşı demişler ki:
“EĞER MEHDİLİK DAVA ETSE, BÜTÜN TALEBELERİ KABUL EDECEKLER.” BEN DE ONLARA DEMİŞTİM: “BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) ‘İN SOYUNDAN OLACAKTIR. GERÇİ MANEN BEN HAZRET-İ ALİ NİN (R.A.) BİR MANEVİ EVLADI HÜKMÜNDE ONDAN HAKİKAT DERSİNİ ALDIM VE AL-İ MUHAMMED ALEYHİSSELAM BİR MANADA GERÇEK NUR TALEBELERİNİ DE KAPSADIĞI İÇİN, BEN DE PEYGAMBERİMİZ (SAAS)’İN NESLİNDEN SAYILABİLİRİM. Fakat bu zaman şahs-ı manevi zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiç bir yönden benlik ve şahsiyet ve şahsi makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırrına ters düşmesinden, Cenab-ı Hakka sonsuz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle kendi sınırlarımdan sonsuz derecede fazla makama gözümü dikmem. Ve Nurdaki samimiyeti bozmamak için, uhrevi makam dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” dedim, o bilgi sahibi kişiler sustu. (Emirdağ Lahikası, Sayfa 232, 233)

4.

Evet, Peygamberimizin herbir hal ve hareketi, Hakka işaret ve Hakka tutunmasına işaret etmekle beraber; Peygamber de, Allah’ın tabiata koyduğu kanunlara tabi oluyor ve boyun eğiyor. Üçüncü makalede bu sırra hatırlatma yapılacaktır. Hem de mucize gösterilmesi Peygamberliğin tasdiki içindir. Tasdik ise, açık olan mucizesiyle, son kişi ile sona erebilir. Eğer gereğinden fazla olağanüstülük olsa, ya amaçsızdır veya insanların dünyaya gelip Allah tarafından vazifelendirilmelerinin sırrına aykırıdır. Zira, vazife, teoride olan şeyde bir imtihandır. Açıklık veya ispata ihtiyaç duymayacak derecede açıklığa yakın olan şeylerde, en alttaki, en üsttekiyle denk olur. Veyahut felsefe akımının sırrına teslim ve itaate muhaliftir. Halbuki, Peygamberler herkesten daha çok itaat ve teslimiyet ile yükümlüdürler.
Ey şu perişan sözlerimi gören gerçeğin talebesi! Senin içinde ekilmiş olan eğilim, şu On İki önsözde, sessizliğiyle beraber süren hakikat güneşinin ışığıyla büyüyüp, gelişip çiçekler açacaktır.Son söz

SEYYİD OLMAYAN SEYYİDİM VE SEYYİD OLAN DEĞİLİM DİYENLER, İKİSİ DE GÜNAHKAR VE DUHUL VE İSYAN HARAM OLDUKLARI GİBİ… HADİS VE KURAN’DA DAHİ, EKSİK VEYA NOKSAN ETMEK YASAKLANMIŞTIR. Fakat ilave yapmak, düzeni bozduğu ve şüpheye kapı açtığı için, daha zararlıdır. Noksan olana, cahillik bir derece özür olur. Fakat ilave yapmak, ilimle olur. Âlim olanın özrü yoktur. Bu nedenle, dinden birşeyi ayırmak veya olmayanı ortaya getirmek, ikisi de sakıncalıdır.  (Muhakemat, sayfa: 46)

 

36